Gözlerin;
Alnımdan vuran, içimi kor gibi yakan
Öyle sere serpe uzanmış bedenime
Ama dokunmadan elin elime
Ruhumun her yerinde izler bırakan
Dokunsaydın keşke
Hiç olmazsa, yalan da olsa
Bir damla gözyaşın besleseydi ruhumu
Dinseydi, dindirseydin işte
Bin yıldır sana olan susuzluğumu
Her gün vuruluyorum dön bak!
Saklama suskun gecelerimin faillerini
İçtiğim sigarayı, kurduğum hayallere
Paslı bir kilit gibi kilitlendin yüreğime
Rüveyda, ruhumu mezara çevirme
Bakıp durma nolur öyle uzaktan
Gözlerin anlamsız cümleler kuruyor
Dudakların neden yalan söylüyor
Neden hala konuşurken "siz" diyor
Dudakların Rüveyda, neden beni sevmiyor
Geç kaldım ben yaşamaya
Kaybolmuş bir söz oldum
Kimsesiz bir çoban kavalında
Bul beni sensizligin ıssız dağlarında
Çağır beni, söyle beni, sev beni Rüveyda
Kaybolurum birkaç gün yokluğunda
Sahilde akşam olur, sen yakamoz olursun
Görünürsün, gülümsersin, belki seversin
Belki haberim yok edasıyla üzerinde gezersin
Rüveyda, üzerinde süzüldüğün derya benim.
İşte saçın, işte gözün, ay gibi yüzün
Ah Rüveyda neden bu kadar körsün...
FEYZULLAH TUNA
28 Mayıs 2020 Perşembe
28 Haziran 2013 Cuma
TELEVİZYON VE BİZ
TELEVİZYON VE BİZ
Bütün sorunların çözümü “acaba nerede sorun var?” penceresinden bakılarak görülebilir. Biz de şimdi acaba hayatın akışı ne yönde ve nasıl olmalıdır sorusuyla başlayabiliriz. Hayatın akışı kendi elimizde mi, bu akışın yönü acaba doğru yönde mi diye zihnimizi kurcalayarak başlayabiliriz. Bu bölümümüzde ise hayatın önemsiz bir aracı gibi görünen ama aslında hayatın büyük bir bölümünü kapsayan televizyon üzerine ayıracağız.
Tv lerin günlük hayatımıza etkisi acaba nedir? Acaba tv lerhangi ihtiyaca binaen üretilmişlerdir? Sorularıyla başlarsak geçtiğimiz yada geçirdiğimiz yolları yeniden anlamlandırmış olabiliriz. Diğer birçok buluş gibi tvlerde görünmeyeni görebilmek amacıyla üretilmiştir. Yani gözümüzün göremediği uzaklıktaki ya da perde arkasındaki görüntüleri bizim için ve bize göre göstermek amacıyla tasarlanmıştır. Bilinenin aksine tvlerin babası radyolar değil çok daha eski bir buluş olan dürbünlerdir. Savaş gemileri deniz altındaki tehlikeleri görebilmek için merceklerin görüntülediği görüntüler radyo frekanslarına çevrilerek yine bu frekanslar da mercekler yoluyla görüntüye çevrilerek ilk tv görüntüsü elde edilmiştir. Ayrıca tv ler yeni sanayinin tanıtımı, daha geniş kitleler aynı anda propaganda ulaştırma görevleriyle de beslenerek sanayi devrimi sonrası bilgi çağının en byük ateşleyicisi oluvermiştir. Bilgi çağının diyorum çünkü bilgi kitlesel anlamda en inandırıcı şekliyle tv lerle yayılmıştır. Bügün bilgi çağının başlangıcı olarak bilgisayarlar gibi görünse de aslında bilgisayar ve internet daha çok tek yönlü iletişim kurabilen araçlardır. Bilgisayar ve internetle insanlar yalnızca istedikleri şeye ulaşmak isterler ve yine de ulaştıkları bu bilgiye tam olarak da güvenmezler. Oysa tv ler yalnızca karşı tarafın söylemek ve hissettirmek istediği şeyleri söylediği gibi onların duygularına da hitap ederek inandığı değerleri fark ettirmeden şekillendirebilir. İnternet daha çok üretim tüketim ilişkileri anlamında bir değer ifade eder. Ancak tv ler üretim ve tüketimden çok daha öte ilişkileri etkileyebilir ve yönlendirebilir. Birçok internet ve bilgisayarın icadıyla tv lerin sonunun geleceğini de söylediler. Oysa tam tersine bu buluş tv üreticilerini daha yeni buluşlara sevk ederek onların daha canlı kalmasına sebep olmuştur. İnsanlar ne olursa olsun hep en son teknoloji tv lere sahip olmak istemişlerdir. Çünkü tv lerin bilgisayar ve internetten farklı ve en üstün yönü insan duygularına hitap etmesidir. İnternet ve bilgisayar ise daha çok insanların kullanılmış duygularının ifade edildiği bir mecra haline gelmiştir. Bu da doğal bir döngü olarak algılanmış ve bu araçların üreticileri tv lerle verdiklerini internet yoluyla almayı öğrenerek kendi pazarlarını daha da iyi öğrenmeye başlamışlardır. Evet şu an en çok izlenme oranları takip edilerek toplumun ruhsal eğilimleri ölçülürken diğer yandan da internette en çok ifade edilen terimler ölçülerek toplumun çıkar eğilimleri kolayca takip edilmektedir. Bu bilgileri elbette toplumun tüketim eğilimleri sürekli takip edilerek “her şey insan için ve insana göre” sloganı üreticilerin istikrarlı bir kazanç yolu izlemelerini sağlamaktadırlar.
Tv ve interneti karşılaştırmamın amacı tv lerin tüketimde hep öncü birlik görevini gösterdiğini bir nebze olsun nazara verebilmektir. Asıl konumuz ise tv ler yoluyla nasıl bir toplum oluşturulmak istendiğidir. Bu konuya yine en baştan başlayarak acaba ilk tv programı nedir sorusuyla başlayabiliriz…………….. herkes her akşam ve büyük çoğunluğu gündüz de olmak üzere tv leri takip etmektedir. Tv leri zenginler daha az izler oysa onların işlerinin çoğu ücretli işçileri tarafından takip edilir. En çok izleyenler ise orta ve alt gelir gurubu insanlardır. Oysa para kazanmak için en çok onların yapılacak işi vardır. Zengin sınıfı boş zamanlarını para harcayarak sosyalleşme ve egolarını tatmin edebilir. Ancak alt gelir gurubu sosyalleşmek ve egolarını tatmin etmek için en ucuz yönü yani tv leri tercih eder. Oysa sabahtan akşama kadar emeğini satarak para kazanan alt sınıf, boş zamanlarını da tv izleyerek satar ve karşılığında geçici bir haz yaşayarak günü tamamlar. Bu gerçeklik ise üretici ve merkezi sistemin hep cazibesini çekmiştir. Zenginlere parayla sattıkları ayrıcalıkları tv lerle alt sınıfa da pazarlayarak tüm roplumu kaz gibi yolmaya devam etmektedirler. Kısacası tv lerle daha iyi nasıl bir tüketim toplumu oluşturulur gün be gün toplumun nabzına göre şerbet verilerek istikrarlı bir tüketim toplumu oluşturulur. Toplum tüketmek zorundadır. Çünkü toplumu bir arada tutan idari ve sanayi üretim merkezleri istikrarlı bir şekilde beslenebilmelidir.
Tv ler en önemli toplum biçimlendirme aracıdır. Genel kesim tüm boş zamanlarını tv karşısında sessiz yaşayarak geçirir. Üstelik bu yaşam onlar için zahmetsiz ve keyiflidir. Oysa milyonlarca insan her akşam aynı etkiye maruz kalarak farkında olmadan ortak bir birliktelik oluştururlar. Bu birliktelik duygusal ve önemi oldukça yüksek bir birlikteliktir. Böylece her an bu birlikteliğe katılabilecek insan sürekli kendini buna maruz bırakarak aslında görmek istediğini değil görmesi gerekenler arasından o anki duygularına uygun programı seyreder ve içindeki başarma, en farklı olma, üstün olma, hep mutlu kalma, zor olanın üstesinden gelme gibi insani birçok duyguyu yaşar ve boşalır. Oysa bu özellikler insanın gerçek hayatında uygulansa toplumsal yapıya büyük zarar verir. Ancak insan yine bunu en zahmetsiz şekilde yalnızca kendi beyninde yaşayış bu duygularını laşkalaştırıp yok ettiği için toplumun düzeni için en mülayim seviyede bırakılmıştır. Şiddet öğrenilen bir davranış biçimi olduğu için insanların şiddet içerek programlar izlemesi bazı aydın kesim tarafından zararlı görülmüştür. Oysa bir programdaki bir rol modeli bütün izleyiciler model olarak alır. Bunların tamamına yakını şiddet duygusunu izlediği programla absorbe eder ve doğal olarak yaşaması gereken adrenalin salınışını yapay şekilde yaşayarak topluma zarar vermekten alıkonur. Örneğin herhangi bir aksiyonu yapay olarak yaşayan vücut düzenli olarak insanın gadap hissini uyandıran hormonları azaltır böylece doğal bir aksiyonla karşılaşan insanın vücudu öncekinden çok ta fazla bir hormon hareketlendirmeyeceği için bütünlüğü bozucu tepkilerden zamanla vazçme eğilimi izler. Örneğin şehirde ve köyde yaşayan çocukların yaradılış olarak şiddet eğilimleri aynıdır. Ancak şehirdeki çocuk şiddeti yapay yaşamaya şartlandırılmış, köydeki çocuk ise hep doğal olarak yaşamaya şartlanmıştır. Böylece her ikisi bir araya geldiği için köylü çocuk daha bir barbar davranış gösterme eğilimindedir.
MODERNİZM
MODERNİZM
Modernizmin nasıl anlaşıldığı nereden bakıldığıyla beraber değişmekle birlikte 18. yy da Fransız yenilik hareketleriyle birlikte farkındalığı artan bir terim haline gelmiştir. Fontenelle, Baudelaire, Habermas ve Weber gibi döneminin kavramsal düşünce liderlerinin görüş ve tartışmalarıyla, öncelik sanat alanında olmakla birlikte insan merkezli bir değişim arayışının önemsenmesi giderek artmıştır. Bugün bile gelenek ve modernizm tarafları değişim ve gelişimin öncülüğü konusunda yarışmaktadır. Bu arada modernizm her şeyi içine alabilen ve kendi özgün estetik biçimlendirmesiyle geleneksel ve Antik olan her şeyi adeta kendi kabında yeniden şekillendirerek insan aklının saflaştırılmasına kendince yol göstermektedir. Modernizm her şeyi içine alabildiği gibi aslında eski olana veya bugünden önce olan her şeye durağan biçimde kabul etmez ve aklın saf bir estetik bilince ulaşması için tüm kabukların ve tabuların yıkılmasını ister. Bir bakıma estetik bilincin sanata dönüşmesive kalıcı hale gelebilmesi için olanı değiştirmekten çok var olan her şeyi reddederek aklı bir emri vakilikten kurtarıp kendi özünü bulmasını ister. Modernizm ancak sürekli kendi yapısında ileriye dönük bir bilinçle fark edilebileceği için akıl ve aklın yapısı da modernizmin temel bir ilgi alanıdır. Weber bu bağlamda aklı bilim-sanat-ahlak olarak üç bölüme ayırmış ve kendi modernizm tanımını aklın bu bölümleriyle anlamaya çalışmıştır.
Modernizm insanın içindeki el değmemiş saf çocuğun ortaya çıkarılması ve onun bu haliyle temiz tutlması çabası olarak da anlaşılabilir. Modernizmi bu kadar önemli kılan şey ise insanı ve insana ait olanı ortaya çıkarmaya çalıştığı için değişim arzusundaki tüm insanların ilgisini çekmiş ve bilinç seviyesine göre kendi cazibesine herkesin gönlünü alacak estetikle çekici hale getirmiştir.
Ancak modernizm kendi kavramının çıkış kaynağından itibaren sudaki haleler gibi merkezden uzaklaştıkça farklı bir bilinç ve görüntü ortaya çıkmıştır. Merkez noktası olarak kendi toplumunu görmekle birlikte bilinç farkıyla da Fransa’yı hep birkaç adım önde göstermiştir. Modernizmin en zor kabullenilen yanı işte bu kendi üstünlük anlayışından ileri gelmektedir. Çatışmaların ortasında doğan modernizm elbette kendi tarafını da belli edecekti acak en büyük çelişkisi ise yeni olana karşı çıkmamakla beraber kendi yeniliğini hep daha saflaştırılmış görmektedir. Bir diğer çelişkisi ise değişime olan dirençtir. Kendisinin antik çağa ait olan direncini her toplumdan beklemektedir. Oysa diğer toplumlarda çatışmanın alanları ve şiddeti kendi toplumundan oldukça farklıdır. Modernizm aklı kendi tanımlamasıyla anlatmaya çalışmakta oysa diğer toplumlarda akıl farklı deneyimlerdenve bilgilerden beslenmektedir. Dolayısıyla ortaya çıkan bilinçte farklı olmaktadır. Farklı olan ise zenginlik olarak kabul edilmekle birlikte denk ve hele hele üstün kabul edilmemiştir. İnanç-bilgi arzular aklı oluşturmakla birlikte nev-i şahsına münhasır bir bilinç oluşturmakta ve buna bağlı bir estetik bilinci ortaya çıkmaktadır.
Estetik bilinç modernizmi en iyi gösteren bir aynadır. Bu nedenle modernizmin asıl isteği aklı olabildiğince eski olanın etkisinden kurtararak saflaştırmaktır. Estetik bilinç kendini bütün bağlardan kopartarak yalnızca arzuların, yani insana ait olanın ortaya çıkmasını sağlar. Estetik bilincin ortaya koyduğu eser ise her şeyden kurtularak görülmek ve görülmek için her şeyden kurtarmaya çabalar. Böylece modernist bir bilincin kişilerde ortaya çıkmasında vesile olur. Görülen her farklı ve yeni bir estetik anlayış kendi bilincinin üstünlüğünden ziyade modernizmi tanıtmak ve tarihsel bir meta ortaya koymaya çalışır.
ÇEÇEN GÖÇÜ
ÇEÇEN GÖÇÜ
Bu makalede Çeçenlerin Türkiye’ye göçünü, bu göçün nedenlerini, göçün tarihçesini, Türkiye’deki Çeçenlerin durumları hakkında bilgiler konfederasyon vakıf konumundaki Kafkas Vakfı ve İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğrencisi İ... B... ile yapılan yüz yüze mülakatlar ve Kafkas Vakfınca yayınlanmış makalelerden faydalanılmıştır.
Çeçenistan’ın coğrafi konumu ve bayrağı:
Kuzeybatısında Rusya Federasyonu’na bağlı Stavropol Kray, doğusunda ve güneyinde Dağıstan ile Gürcistan, batısında İnguşya ve Kuzey Osetya yer alır.
Siyasi durumu:
Çeçenistan özerk cumhuriyeti 1990'lı yılların başında tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra İnguş-Çeçen Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan ettikten sonra. İnguşetya’nın referandumla Rusya’ya katılmasından sonra resmi adı İçkerya Çeçen cumhuriyeti oldu. Çeçenistan'ı tanıyan ilk devlet Gürcistan oldu, ve sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile karşılıklı tanıma anlaşmasına imza atıldı. Ocak 2000'de Afganistan tarafından tanındı.
Nüfusu, önemli kentleri:
Nüfusu yaklaşık 1 milyon civarındadır. Nüfusunun büyük bir bölümü Kazakistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkiye, Abhazya, Avrupa ve Amerika’ya göç etmiş durumdadır. Nüfusun yerelde yaklaşık % 36’sı kentte, %64’ü kırsalda yaşamaktadır. Çeçenistan’ın başkenti Caharkala’dır. Bu ad Dudayev’in şehadetinden sonra verildi. Kentin tarihi adı Sölc-ghala (Sölca-kale)’dır. Sovyet döneminde Ruslarca verilen ad “korkunç” anlamına gelen ve Çar İvan Grozni’nin adına izafe edilen Grozni idi. Diğer kentler ise Şali (Çeçence Tela, 1990′da kent oldu), Gudermes (1941′de kent oldu), Argun (1967′de kent oldu), Urus-Martan (1990′da kent oldu)’dır.
Çeçen tarihçesi
Kuzey-Doğu Kafkasya halklarındandır. Kendilerine yaygın olarak Nokhçuoy (Nohçoy) derler. Nakhço "halktan olan kimse" anlamına gelir.
Varlığı bilinen, ama tarihi açıkça aydınlanamayan İber Kavkaz Devleti'nin asıl üyesinin, şimdiki Çeçenlerin ataları olduğu reddedilmemektedir. Tarihte anıları Gargarlar, Duvaylar, Dzurdzuklar, Alaroidler, Cacaniler (tsatsani) Ganariler, Pşavvalar, Khavurlar, Tuşlar, Mohevclar (Mohevtsler) günümüz Çeçenlerinin değişik kabilelerinin adları olarak kabul edilmektedir. Hatta, Kharsur, Pşava ve Tuşların Gürcüleşmiş Çeçen oldukları bilinmektedir.
Nakhçi veya Kiti, Kistü (Gürcülerin Çeçenlere verdikleri ad) adının ilk kez VII. yüzyılda Ermeni tarihçisi M. Kagan-katvatsi, Argvani Tarihi adlı eserinde anılmıştır; aynı tarihçi Çeçenlerin atalarının Ura adlı bir babanın soyu olan Utaoy'dan Sadoy'dan, Gergaroy'dan çıktığını belirtmiştir.
Günümüzde Urartologlar, Çeçenlerin Urartularla akraba olduğunu reddetmemektedirler, hatta Önasya'da devlet kuran Urartuların yukarıda adı geçen Ura'dan neşet ettiğinde de gerçek payı vardır. Hurri- Urartu- Çeçence ilişkisini inceleyenlerce tasdik görmektedir. Gerçekten, yapısı, gramer özellikleri, bütünlüğü ve gramatikal sınıflarıdırıcıları vs. ile Urartuca ile Çeçence birbirine benzemektedir
Önemli liderleri:
Şamil Basayev, Şeyh Mansur, Taymin Biybolt, Boiskhar Benoy, Cahar Dudayev, Zelimxhan Yanderbiyev, Aslan Mashadov, Abdul-Halim Sadulayev, Dokka Umarov, Huseyn Gakayev, Amir Hattab
Göçün tarihçesi:
Yaşanan göçler Çeçen-Rus savaşına paralel olarak yaşanmıştır. 1860’larda 1993’te, 1999’da savaş sırasında yoğun olarak yaşanmıştır. Göçler önceleri karayolu ile yakın yerlere olmak üzere, sonraları uçakla daha uzak ülkelere yaşanmıştır.
Türkiye’ye göç, yerleştikleri semtler:
Türkiye’ye göç 1864’lerde Trabzon’a, 1993 ve 1999’da İstanbul’a olmuştur. İstanbul’a gelen göçmenler önceleri Kadıköy, Ümraniye, Gaziosmanpaşa ve Sultanbeyli ilçelerinde guruplar halinde yerleştirilmişlerdir. Kadıköy’de Devlet Demiryolu’nun atıl durumdaki barakalarına yerleştirilen Çeçenler 2013 yılında toplanarak İzmit-Körfez’de Belediye evlerine yerleştirilmişler. Şu an yaklaşık 2 bine yakın Çeçen Türkiye’de yaşamaktadır.
Yerel halkla ilişkileri:
Yerel halka sempatiyle bakıyorlar, yerel halkın da kendilerine sempati duyuyorlar. Bazen yerel halktan kimseler devlet Çeçenlere fazla sahip çıkıyor diye gıpta etseler de resmi ve vakıf yardımları açıktan yapılamıyor ve bu yardımlar Çeçenlerin gururuna dokunuyor. Halkın kendilerine olan yakınlığı iyi durumda. 2000’li yıllardan beri Türkiye’de olduklarından Türkçeyi iyi derece biliyor ve konuşuyorlar. Hatta yabancı olduğumuz pek fark bile edilmiyor diyorlar. Yerel halk ve vakıflar bayram ve özel günlerde yardımda bulunuyor, çocuk ve gençlere yönelik programlar yapıyorlar. Çeçen gençler daha çok vakıflar aracılığı ile yerel halkla diyaloglarını arttırmış durumda. Ancak artık herkesin mahalle arkadaşı ve okul arkadaşı var ve aralarının iyi olduğunu söylüyorlar.
Bürokrasi ile ilişkileri:
Genellikle ilişkileri vakıflar üzerinden oluyor. Remi bir kimlikleri olmadığından bir vakıf bile kuramıyorlar. Daha önce vatandaşlı elde etmiş Kafkas dernekleri üzerinden ilişki kuruyorlar. Şu sıra yoğun bir vatandaşlık ısrarları ve başvuruları var. Bu işleri yakından vakıflar aracılığı ile takip etmeye çalışıyorlar ve yakın zamanda kendilerine vatandaşlığın verileceğini umuyorlar. Genellikle şu anki hükümete sempati duyuyorlar. Çünkü daha önce hiçbir hükümet Çeçenleri dikkate almamış. Bu hükümet zamanında su-elektrik olan binalara taşınmışlar. Ancak yine de Türkiye’nin Rusya ve Çeçenistan cumhuriyeti ile arasının bozulmaması için Çeçenlere fazla siyasi bir ilgi gösterilmediğinden şikayetçiler. İlişkilerin alttan üste doğru gittikçe azaldığını ve koptuğunu ifade ediyorlar. Yerleştikleri yerlerin bazı idarecileri de Suriye’li göçmenlerin de gelmesiyle göçmenlere olumsuz baktıklarını bunun da kendilerini rahatsız ettiklerini söylemektedirler.
Memleketleriyle İlişkileri:
Memleketlerine Moskova üzerinden ve direk Çeçenistan’a uçakla gidenler oluyor. Gidip gelmeler olduğu gibi oradan evlenip gelenler, tekrar oraya yerleşenler, evleneren Avrupa’ya göçenler var. Ancak Avrupa’da tanıdığı olan az sayıdaki insan Avrupa’yı tercih ediyor. Sürekli memleketle telefonda görüşüyorlar. Orada kalan akrabaları var. Ancak şu an savaş ve göç sonrası olduğu için bazı akrabalardan haber alınamıyor, ilişki kurulamıyor. Zaten nüfusu az ve hemen hemen herkesin birbirini tanıdığını söylüyorlar. Bu nedenle Çeçen olmak aslında akraba olmak anlamına da geliyor.
Memleketlerindeki siyasilerle aralarında mesafeler var. Siyasi idare artık savaş yanlısı değil, Moskova’nın desteğiyle nüfuzunu yerel halka benimsetmiş. Yurtdışındaki Çeçenlerin Rusya ve Çeçenlerin kendi aralarındaki sorunları dile getirerek sorunlu bir hükümet olarak görünmek istemiyorlar. Yurtdışında bu tür açıklama yapanlar hoş karşılanmıyor. Hatta Çeçenistan’dan gelen hükümet adamları göçmenlere baskı kurarak bunu engellemeye çalışıyorlar. Olmazsa kendi hükümlerini uyguluyorlar.
Bir diğer mesele de Rus hükümetinin takibatı. Türkiye’de de olsalar Rus karşıtlığından biraz da olsa çekiniyorlar. Çünkü Rusların ajanları ve siyasi baskısı karşısında zayıf kalıyorlar. Özellikle son beş yılda 6 Çeçenin öldürülmesi karşısında hem siyasi olarak hem hukuki olarak zayıf durumdalar. Rusya 2000 li yıllarında Çeçen mültecilerin sınır dışı edilmesini istemiş ancak Türkiye’deki çeçenler kaçak olduğu için Türkiye mültecimiz yok diye olayı geçiştirmiş. Mülteci olamamanın tek faydasını o zaman gördüklerini söylüyorlar.
Türkiye’deki statüleri, ekonomik ve sosyal durumları:
Türkiye gerek Rusya’yla kötü olmamak için gerekse Avrupa birliğinin dayatması sonucu Çeçem sığınmacıları hukuki olarak mülteci kabul etmemektedir. Ancak 2007’den sonra ikamet kimliğini alabilmişler. Bu yüzden çeçenler kaçak olarak gözükmektedirler. Ancak 2012 yılında İzmir Valiliği’nce vatandaşlık başvuruları alınarak şu an değerlendirme durumundadır. İstanbul gibi sosyal bir şehirden İzmit gibi daha az sosyal bir ile göç ettirilen ve tercih hakkı sunulmayan çeçenler dahada pasifize edilerek yardımlara bağımlı hale getirilmiştir. Devletin şu an her aileye 750TL aylık yardımının dışında öğrenciler bazı vakıflardan burslarla geçinmeye çalışmaktadırlar. Bazı çeçenler ticaret yapmaya çalışmakta ancak şirket kuramayıp yerli firmalarla Rus firmalara aracılık ederek para kazanmayı deneseler de bunu çok az kişi başarabilmiştir. Çeçenlerce Türkiye’de iş kurmak çok zor ve vergiler yüksek. Normal vatandaşın bile ekonomik olarak kendini ifade etmesi zorken Çeçenler yine de her yolu denemeye çalıştıklarını ifade etmektedirler. Çeçenler kaçak durumda oldukları için çalışamamakta, çalışsa bile düşük fiyatlarla çalıştırılmaktadır.
Çocuklar okula kayıt olamamakta misafir öğrenci statüsünde okullarını tamamlamak durumundalar. Liseyi bitiren öğrenciler 1999’dan itibaren Yabancı Öğrenci Sınavı ve misafir öğrenci olarak mülakatla çeşitli üniversitelere girebilmektedirler. Şu an İzmit’te okuyan öğrenciler İstanbul’dan sonra oraya uyum sağlamakta zorluk çekmektedir. İstanbul’da yaşayan üniversiteli öğrenciler ise beraberce kirada oturmaktadırlar. Vakıfların yardımı ve burslarıyla kıt kanat geçinebilmektedirler.
Para olursa her yerde yaşanabileceğini ancak Türkiye’de bunun daha geçerli olduğunu söylüyorlar. Çünkü yerel halk bile ekonomik olarak zayıf. Kendilerine hukuki olarak statü verilmediğinden bağımlı halde yaşamak zorunda olduklarını, şimdi de balığı siz kendiniz tutun dediklerini söylüyorlar. Oysa yılardan beri siyasi haklarımız verilseydi şimdi biz kendi ayaklarımız üzerinde durabilir hatta Türk-Rus-Ukrayna ticaretine köprü olarak çok para kazanabilirdik diyorlar.
Geleneklerini kendi aralarında ev içinde bayram ve düğünlerde yaşamaya devam ediyorlar. Ancak bir yere yerleşik olamadıkları için henüz ye oldukları İzmit’e alışamadıklarını söylüyorlar. Kendi aralarındaki sorunları kendi gelenekleriyle hallettiklerini söylüyorlar.
Evde ve kampta-mahallede hayat:
Evde kadınlar genellikle ev işi yapıyor. Bazıları pazarda el işi satmaya çalışıyor. Çocuklar okuldan arta kalan zamanlarda etrafı bol bol geziyor. Mahalleli ile araları iyi, okul arkadaşlıkları ve gezmeler yapılıyor. Yerel halkla beraber bayramlar gibi özel günlerde topluca bir araya gelebiliyorlar. Bu gülerde diğer Kafkas halkları da bir araya geliyorlar. Erkekler kaçak işçi statüsünde veya kurulan vakıf ve derneklerde çalışıyor. Düğünleri kendi aralarında geleneksel olarak yapılıyor. Bayramlarda yerel halk da misafirliklerine geliyor yardım malzemeleri getiriyor, bazı vakıf ve dernekler gençlere ve çocuklara yönelik programlar yapıyor.
Neden Türkiye’ye göç?
Türkiye’ye genellikle tavsiye üzerine Moskova üzerinden uçakla gelmişler. Daha önceki bazı tanıdıkları vasıtasıyla Türkiye’yi tercih etmişler. Türkiye’nin Müslüman ülke oluşu onlar için başlangıçta cazip olmuş. Ancak Avrupa ve Amerika’ya göç edebilenlerin durumları ve hukuki hakları daha iyi. Buna bağlı olarak kendi ayakları üzerinde durabiliyor ve ekonomik siyasi durumları daha iyi. Genellikle Türkiye olmasa da diğer yerlerin de kendileri için bir gurbet ve vatandan kopuş olduğu için derin bir yara ve bıkkınlık var. Hatta kendilerini tanımlamalarında Çeçen-Rus-Türk fark etmez diyorlar. Ama yine de Çeçen olmak onlar için vazgeçilmez.
Memnuniyet durumu:
Göç etmekten memnun değiller. Çünkü orada bir çoğunun işi ve durumu iyiymiş. Vatanlarından-sevdiklerinden ayrı kalmak da cabası. Burada ayakta kalma mücadelesine devam edeceklerini söylüyorlar. Ancak Avrupa’ya göç edenlerin durumu buradakilere göre daha iyi. Türkiye Avrupa’dan 20-30 yıl ekonomik ve siyasi olarak geride olduğu için kendileri de mecburen geriden başlamak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Ayrıca medyada yer alan çeçen haberlerinden sonra halkın yoğun bir teveccühünün olduğunu bu arada bazı vakıf ve derneklerin Çeçenlerin adını kullanarak para toplamalarından rahatsız oluyorlar. Kendilerinin hukuki kimlikleri olmadığı başka vakıf ve derneklerin himayesinde bu faaliyetlerin yürütüldüğü için bu tip durumların olabildiğini söylüyorlar. Bir diğer konu da Çeçenlerin dinlerine bağlı br millet olmalarından dolayı bazı kesimlerin rahatsız olduğunu bazı insanlarında bundan siyasi rant malzemesi üreterek Çeçenleri kullanabilmelerinden rahatsız olduklarını söylüyorlar. Bunların dışında yerel halkla kaynaşmış ve artık kendilerini buralı hissetmeye başladıklarını söylüyorlar.
Gelecekle ilgili beklentiler:
Yakın zamanda Türk vatandaşlığını alacaklarını düşünüyorlar. Bununla beraber şirket kurup Türkiye-Rusya-Ukrayna gibi ülkelere ticaret yapabilmeyi hayal ediyorlar. Bir çoğu Türçe,Çeçence, Rusça ve az da olsa İngilizce bilmekte oldukları için bu işleri kolaylıkla yapabileceklerini düşünüyorlar. Savaştan insanların yorgun düştüğünü hatta her iki tarafın bazen kendilerinin kullanıldığını düşündüklerini ancak bundan sonra daha tecrübeli yol alacaklarını söylüyorlar. Batılı şirketlerin Çeçenistan’ın yer altı madenlerine göz diktiği için Ruslara karşı Çeçenleri kışkırttıklarını bunun karşısında da Rus şirketlerin siyasilerini kışkırtarak savaşın devam etmesini istediklerini söylüyorlar. En çok kendi aralarındaki anlaşmazlıkların olması umutsuzluğa düşürüyor. Çünkü burada ve başka yerde akraba bir millet gibi sorunsuz yaşamak istiyorlar. Siyasi haklarını elde etmeleriyle beraber kendi içlerindeki liderlik kavgasının da biteceğini söylüyorlar. Her şeye rağmen yılmayacaklarını burada da olsa hayata daha sıkı bağlanacaklarını ifade ediyorlar.
Faydalanılan kaynaklar ve yapılan okuma-araştırmalar:
*İ... B...-İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğrencisi
*Kafkas Vakfı ve idarecileri
*Kafkas Vakfı tarafından yayımlanan araştırma ve makaleler
*İnternet yoluyla ulaşılan haber ve bilgiler
PERA MÜZESİ OSMAN HAMDİ BEY VE AMERİKALILAR: ARKEOLOJİ, DİPLOMASİ, RESSAM, SANAT, ARKEOLOG VE BÜROKRAT SEGİSİ
PERA MÜZESİ OSMAN HAMDİ BEY VE AMERİKALILAR: ARKEOLOJİ, DİPLOMASİ, RESSAM, SANAT, ARKEOLOG VE BÜROKRAT SEGİSİ
Pera Müzesi 2. katında Osman Hamdi Bey ve Amerikalı arkeolog ve fotoğrafçı John Henry Haynes ve Asurbilim Profesörü Hermann Vollrath Hilprecht’in anadoluda yaptıkları araştırma ve kazılarla kesişen yolları anlatılmaktadır. Osman Hamdi (1842-1910) dönemin Müze-i Humayun’un Osmanlı kökenli ilk müdürüdür ve yabancı arkeolojik keşif heyetlerine izin yetkisi ondaydı. J. H. Haynes (1849-1910) Amerikalıların Klasik arkeolojide ilk girişimi olan Asos kazısını fotoğraflarıyla belgeleyerek Anadolu’yu gezip fotoğraf yeteneğini geliştirdi. Mezopotamya’ya giderek Wolfe keşif gezisine katıldı. Kısa süre Bağdat büyükelçiliği yaptı. Pennsylvania Üniversitesi Nippur kazılarında saha sorumlusu oldu. Binlerce çiviyazısı tableti gün yüzüne çıkardı. H. V. Hilprecht ise Almanya’da doğmuş ve öğrenim görmüş rahip ve Eski Yakındoğu Araştırmacısı olarak anılmaktadır. Bir zamanlar arkeolojinin Kolomb’u olarak anılmaktadır. Pensylvania Üniversitesi’nde Asurbilim Profesörü olarak çalışmış, Nippur’daki kazlara katılmıştır. Pensylvania Üniversitesi’ne antik eser sağlamak, yetkililerle görüşmek, Müze-i Hümayun’daki buluntuların kataloglarını hazırlamak için İstanbul’a gelmiştir. Sergi bölümünde kazılarla ilgili resimler, çeşitli buluntular araştırmacılara ait çeşitli eşyalar ve Osman Hamdi Bey’in resimleri bulunmaktadır.
Araştırmacılar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaptıkları kazılarla birçok arkeolojik eserin gün yüzüne çıkmasını sağlamış, yaptıkları çalışmalarla belki o zamana kadar ülkede olmayan bir farkındalık oluşturmuşlardır. Osman Hamdi Bey yaptığı resimlerle o dönem İstanbul’un görünüşünü kendi bakış açısıyla resmetmiştir. Şüphesiz Osman Hamdi Bey ülkesine araştırmaya gelen bu araştırmacılardan etkilenmiş ve gördüğü hukuki ve bilgi eksikliklerini bu ilginç karşılaştırmayla kapatmaya çalışmış entelektüel bir kişiliktir. Haynes ve Hilprecht Amerika’nın dünya liderliğine yükselmeye çalıştığı bir zamanda Anadolu’ya gelerek arkeolojik kazılar yapması ise ilginç bir zamanlama bulunmaktadır. Arkeoloji’nin Batı tarafından bir sömürge bilimi olarak kullanılmasına somut bir örnek teşkil etmektedir Anadolu kazıları. Özellikle bizim bile belki haberimizin olmadığı bir dönemde ülkemize gelerek en önemli kazılara katılmış ve daha önemlisi bizim topraklarımızda yüzyıllar öce kurulmuş bir devletin profesörü olmuştur. Şüphesiz bu bilgi birikimi ve yakın ilgi doğu toplumlarının çöküş yaşadığı Batınınsa hızla yükseldiği bir döneme denk gelmesi çöküşümüzün nedenlerinden birinin de ne kadar yetersiz ve ilgisiz kaldığımızın kanıtıdır aslında. Batılı bilim insanları doğunun esrarını bizden önce keşfetmiş olmalı ki o dönemin zorluklarına hiç aldırmadan binlerce kilometre öteden araştırma yapmaya ülkemize gelmişlerdir. Yapılan bu araştırmalar ise Batıda doğan bilimlere kaynaklık etmektedir. Batı her şeyiyle Doğuya egemen olmaya çalışırken Doğunun tarihi zenginliklerini de unutmamıştır. O dönemde maddi imkânsızlıklarla boğuşan Doğuya bilimsel araştırma nedeniyle gelip kendi üstünlüğünü Doğuya bir kere daha ispata kalkmış ve üzerinde bulunduğumuz zenginliğin bilgi ve esrarını Batıya taşıyarak kültür ve tarihlerine zenginlik katmışlardır. Haynes’in daha sonraları Bağdat Büyükelçisi oluşu bilim ve bürokrasinin nasıl sırt sırta vererek yükselmenin temel taşlarını dizdiğinin açık bir ifadesi olsa gerekir. Yapılan bu kazılarda Doğunun zenginlikleri bilim adıyla taşımış, bölgenin kültürel ve doğal zenginlikleri araştırılarak farkında bile olamadığımız zenginliklerden bihaber bu değerlerin elimizden kayıp gitmesine engel olamamışız. Doğunun gizemli yüzünün arkeoloji ile keşfeden Batı o dönemde beklenmedik bir ileri görüşlülükle keşfetmiş, farkındalık oluşturmuş ve topraklarından fersah fersah uzak olsa da bu zenginlikten aslan payını kendine ayırmıştır. Şüphesiz arkeoloji sadece bölgenin kültürünü ve tarihini açığa çıkarmakla sade bir bilgi kazanmamış, oranın kültür ve tarihini kendileri yazarak bu toprağın tarihini yabancılardan öğrenmek zorunda bırakmıştır. Sanayiden sonra sosyal bilimlerde de egemen batı düşüncesi ister istemez zihinlere kazınmıştır.
Osman Hamdi Bey bu zenginliklerin ortaya çıkmasında ve korunmasında büyük emekleri olan çok yönlü entelektüel bir kişiliktir. Kendi dönemin tasvirlerini resimlerinde ustaca nakşetmiştir. Resimlerinde sık sık modernliğin ve değişimin temsili kadın ve geleneklerin ve tutuculuğun temsili cami resimlerini çok sık işlemiştir. Resimlerindeki çelişkiler herhalde döneminin de açmazlarıydı ve kendisi bu zıtlıkları ustaca resmetmiştir. Resimleri sanatının ülkemizdeki en önemli kaynakları olduğu gibi döneminin de ustaca tasvirleridir aslında.
İki batılının ve bir batılılaşmak arzusunda buluşan bir insanın sıra dışı arkeoloji öyküsü ülkemiz arkeoloji kürsüsünün de önemli dönüm noktalarından biridir. Aynı bilimi kullanan ve sonuçları itibariyle farklı amaçları olan üç araştırmacının tarihi buluşması maddi üretim zenginliği kadar kültürel ve tarihi zenginliğin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Arkeolojinin ve diğer sosyal bilimlerin bilimsel yönlerini kullanıp kültürel ve tarihi zenginliklerimize zenginlik katmadıkça Batının emperyalist etkisinden kurtulmak kolay olmayacaktır. Son dönemlerde yapılan çalışmalar umut vermekte, bu bilimlerin kökeninin Batının elinde olması bizi bu çalışmalardan alıkoymamalı, kültürel ve tarihi zenginliğimize üretim zenginliğimiz kadar değer vererek geleceğimize ışık yapmalıyız.
1923’ten 1950’ye KADAR İKTİDAR ve MUHALEFETİN ÇAĞDAŞLAŞMADA MODEL TERCİHLERİ
1923’ten 1950’ye Kadar İktidar ve Muhalefetin Çağdaşlaşmada Model Tercihleri
Tüm değerleriyle ve varlığıyla çağına ayak uyduramamış koca bir imparatorluk ve mirasında yeniden canlanmış, cesaretini mazisinden, ümidini Batı’dan ithal edeceği sanayi ve düşünden alan; batıyla beraber ancak mirasını batının doğusundan alan Türkiye Cumhuriyeti. Yeni kurulmuş ve kurumsal yapısını tamamlayamamış Cumhuriyet henüz Atatürk’ün ve tüm halkın özlemi olan muasır medeniyetler seviyesine çıkmak için var gücüyle çağdaşlaşma hareketlerine girmiş, ilerlemekte ve kendi çizgisini oluşturmaktadır. Bu anlamda aydınlar ve siyasiler Cumhuriyetin çağdaşlaşma serüveninde çeşitli modellerle halkı bilinçlendirmeye çalışmışlardır. Elbette ki çağı yakalamak için eksen olan Batı’nın sanayi gelişmelerinden faydalanmakta herkes hemfikir. Peki Batıyı bu hale getiren kurumsal gelişmeler bizde nasıl olmalı? Toplum olarak belirlediğimiz hedeflere varmak için hangi düşün ve kurumsal yöntemleri rol olarak almalıyız? Çağı yakalamamız için Batı’dan alacağımız düşün ve sanayi yöntemler karşılığında ne gibi bedeller ödeyeceğiz? Kapitalist, bireyci Batı’dan alacağımız sanayi gelişmelerle beraber bizden neleri alacak? Emeğin ürün üzerindeki değerini alarak kendi kapitalist değerlerini yüklemiş batı bize vereceği fenle beraber neleri de gönderecek?
Bütün bu karmaşık sorular arasında cumhuriyet dönemi siyaseti kendine bir model seçmeli ve bir an önce kurumsallaşarak çağını yakalamak amacıyla kendi örgütsel yapılarını kurarak arkalarına halk desteğini alıp çağdaşlaşma yolunu tutmalıydı. Bu amaçla genel olarak iki siyasi düşünce oluştu. Bazıları gelişmenin yalnızca Batının fen ve sanayi yapısı örnek alınmalı, bunlar toplum yapısına uygun hale getirilmeli düşüncesini savunarak gelenekçi - millici tarafı oluşturdu. Bazıları ise Batının gelişmesinin kaynağı toplumsal yapılarından kaynaklanıyor, bu nedenle Batının fen ve sanayi yapısının yanında toplumsal yapısı da örnek alınmalı görüşüyle yenilikçi – mukallit cepheyi oluşturdu. Ancak ne gelenekçiler değişime karşı, ne de yenilikçiler toplumun değerlerine karşıdır. Ancak çağdaşlaşma serüveninde mutlaka her alanda değişimlerin kaçınılmaz olduğunu herkes kabul etmiş gözükmektedir. Oluşan iktidar muhalefet ekonomik gelişmelerde hemfikir ancak düşün gelişiminde ise daha başta ayrılıklara düşmüş, bu ayrılıklar zamanla birbirini düşmanlığa kadar gidebilmiştir. Maksat memleketin değişim ve gelişim yönünü belirlemek olunca elbette ki mücadele yalnızca sahada kalmamış, saha dışında da devam etmiştir. Bu süreçte en büyük slogan ise rakibin gericilik amacında olduğunu ileri sürerek suçlamak olmuştur. Bu hal öylesine bir hal almıştır ki gerek iktidar, gerek muhalefet kendilerinin gerici olmadığını ispatlamak için çok enerji harcamışlardır.
Her ne kadar oluşan iktidar ve muhalefet kendi iktidarını istese de, kendilerini eleştiren bir muhalefetin olmasının memleketin idaresi için çok önemli görmüşlerdir. Halkın tümünü kapsayacak bir iktidar ve muhalefet ebette ki daha iyi kararlar alabilir ve aldığı kararlarla da halkla bütünleşebilirdi.
Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi kararının alınması üzerine daha çok Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup) temsilcilerinin seçildiği yeni seçimler sonunda, II. TBMM, 1923 yılı Ağustosu’nda çalışmalarına başladı. Bundan yaklaşık bir ay sonra Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ‘Halk Fırkası’ adıyla siyasi bir parti haline getirildi (9 Eylül 1923). Atatürk Halk Fırkası hakkında sorulan bir soruya: “Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir...Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye vermek için bir mektep olacaktır...” cevabını vermiştir. Böylece çağdaşlaşmanın siyasi yönünde önemli bir adım atılmıştır.
“…nokta-i nazarlarım dokuz umde halinde tesbit ettim... Bu program fırkamızın teşekkülüne esas olmuştur...” Atatürk’ün yayınladığı bu programda özetle; hakimiyetin millete ait olduğu, TBMM dışında hiçbir makamın milletin kaderine hakim olamayacağı, her türlü kanunun hakimiyeti milliye esası çerçevesinde çıkarılacağı, saltanatın kaldırılması kararının değişmeyeceği, mahkemelerin ıslah edileceği, ekonomi alanında yeni kararların alınacağı ve barışın ise ancak milli, ekonomik ve idari bağımsızlığın sağlanması şartıyla korunabileceği görüşleri vurgulanmaktadır ve bu ilkelerin Fırka’nın kurulmasına zemin hazırladığı belirtilmektedir. Bu düşüncelerle Halk Fırkasının çağdaşlaşma serüveninde batıyı model aldığı görülmekte, Halk Fırkası kendini yenilikçi - mukallit olarak ilan etmektedir.
Cumhuriyet Halk Fırkasına tepki ve Atatürk’le yaşanan bazı görüş ayrılıkları nedeniyle bazı arkadaşları ayrılarak Milli Mücadele döneminde M. Kemal Paşa’nın yakınında yer alan ve onu destekleyen Kazım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) gibi önemli komutan ve şahsiyetler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla 17 Kasım 1924’te yeni bir parti kurdular. Yeni partiyi kuranlar halk egemenliğine ve Cumhuriyet yönetimine olan bağlılıklarını vurgularlar ve toplumu çağdaşlaştıracak değişikliklerin birdenbire değil, zamanla kendiliğinden gerçekleşeceğini iddia ederler. Cumhuriyet Halk Fırkası’na nazaran daha liberal ve demokrat görüşleri benimsediklerini, dolayısıyla dini inanç ve fikirlere saygılı olduklarını ifade ederler. Parti programıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kendini gelenekçi – millici sınıfa kayar. Ancak kısa bir süre sonra ortaya çıkan Şeyh Said isyanı (13 Şubat 1925) sonrasında, programındaki “fırkamız itikad-ı diniyeye ve fıkriyeye hürmetkardır” maddesinden dolayı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyandan sorumlu tutularak 5 Haziran 1925’te kapatıldı.
Diğer bir muhalefet ise 1929 yılında Amerika’da başlayarak dünyaya yayılan (işsizlik ve enflasyonun arttığı) genel ekonomik buhran Türkiye’yi de etkilediği yıllarda ortaya çıktı. Diğer taraftan Halkta Cumhuriyet Halk Fırkası’na ve yürüttüğü politikaya karşı bir memnuniyetsizlik gözle görülür hale gelmişti. Bu durum üzerine M. Kemal Paşa Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı muhalefet görevini yürütecek olan bir başka “fırka”nın
kurulmasını istedi. Böyle bir fırkanın kurulmasında güdülen amaçlar arasında, halkta birikmiş hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak ve hükümeti hem kusurlarını ve eksikliklerini düzeltmeye, hem de ekonomik duruma yeni çareler aramaya yöneltecek bir sistemin yaratılmasına sevk etme düşüncesi de vardı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın batı tarzında demokratik rejimi benimsemiş olması ve kendisinden sonra ortaya çıkabilecek anti-demokratik gelişmelere meydan vermemek isteği de etkili olmuştur. Bu çerçevede bizzat M. Kemal Paşa’nın teklifi ve isteği üzerine o sırada Paris Büyükelçiliği’nde görevli bulunan Fethi Bey partiyi kurmakla görevlendirildi. Atatürk ve İsmet Paşayla yapılan görüşmeler sonucu12 Ağustos 1930 günü parti resmen kuruldu. SCF’nın programı liberalizme kaçan bazı prensiplerden ibaretti. Yayımladıkları programlarında Cumhuriyetçi, Milliyetçi ve Laik esaslara bağlı olduklarını, Anayasa’daki hak ve özgürlüklerin herkes için geçerli olduğunu, vergi adaletsizliğinin giderileceğini, dış politikada ise bütün devletlerle dostluk ve işbirliğinden yana olduklarını belirtmekteydiler.
Teşkilâtını genişletmeye çalışan yeni partinin etrafında çok sayıda muhalif gruplar toplandı. Bunlar çeşitli toplantı ve gösterilerde kendini gösteriyorlardı. Bunun doğal bir sonucu olarak da CHF ile SCF arasındaki ilişkiler gerginleşmişti. Ortaya çıkan bazı gelişmelerle beraber Fethi Okyar Mustafa Kemal Paşa ile karşı karşıya kalmamak için partisini feshetme durumunda kalmış ve 17 Kasım 1930’da partinin fesih kararını ilgili bakanlığa iletmiştir.
7 Ocak 1946'da kurulan ve dört yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950'de) 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk defa serbest seçimle iktidarı kazanan Demokrat Parti, programının birinci maddesinde kuruluş amacını şöyle belirtmekte idi: "Siyasi hayatımızın, birbirine karşılıklı saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna inanan Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyetinde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulmuştur". Bu görüşüyle Demokrat parti kendini liberal gelenekçi parti grubunda görüyordu. Atatürk dönemi sonrası hükümetten hoşnutsuzluk duymaya başlayan ve ekonomik buhranlarla bunalan halk Demokrat Partiye sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazandırmış ve on yıl boyunca (1950-1960) iktidar yapmıştır. Ancak yeni değişimde halkın refahına pek etki etmemiş ekonomik ve sosyal ve siyasi olaylar patlak vermiştir Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile ortaya çıkan ekonomik ve sosyal olaylarla halkı ayrıştırdığı ve düşmanlığa sevkettiği gibi sebeplerle iktidardan düşürülmüş ve 29 Eylül 1960'ta kapatılmıştır.
Görüldüğü gibi 1923-1950 arası kurulan siyasi partiler yalnız yönetime talip olmakla beraber kurumlarda köklü değişim ve yenilik yapma amacı gütmüştür. Bu dönem ortaya çıkan siyasi partiler bundan sonra da ortaya çıkan partilerin fikri temellerini oluşturmuş, yalnız iktidar değil muhalefetin davranış kodlarını da siyasi hayatımıza kaydetmiştir. Öyle ki ilk muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Demokrat parti benzer suçlamalarla suçlanmıştır. Aslında muhalefetin ve iktidarın bu kısırdöngüsü Batıda beyin fırtınası yaşayan halka benzer şekilde Türk halkına da siyasetle ilgili düşünün gelişmesinde rol oynamıştır. Her ne kadar kurumsal yapıların temelleri değiştirilmemek üzere atılmaya çalışılmışsa da eleştiriler halen devam etmekte ve yeni süreçlerle değişim ve gelişimi devam etmektedir. Kurumların toplumsal yapıdan uzak olduğu, batının gelişimine neden olan kurumsal yapının toplumumuza uydurulamadığı eleştirileri yönelse de bu yalnız iktidar ve muhalefetin düşün yapısıyla değil, Batı’nın bu yapıları diğer toplumlara olduğu gibi bize de dayatışının etkisini de unutmamak gerekir. Her ne kadar toplumlar kendi düşünlerini oluşturmak isteseler de dünya düşün yapısına yön veren toplumların etkileri kaçınılmaz olarak ekonomik yönden geri kalmış toplumlara baskı yapmaktadır.işin belki de eksik yönlerinden biri çağdaşlaşmada tercih edilen modellerin toplumun istek ve ihtiyaçlarına, mevcut yapılarına uygun olup olmadığıdır. Bunu da mutlaka muhalefet veya iktidar partileri fark edecek ekonomik başarılarla kazanılan özgüvenle toplumumuza uygun modeller sunmaya çalışacaklardır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Prf. Dr. Zeki ASLANTÜRK - Dr. M. Tayfun AMMAN, Sosyoloji, Kaknüs Yayınları, Mart 2000 İstanbul
Prf. Dr.Ertan EĞRİBEL – Yrd. Doç. Dr.Ufuk ÖZCAN, Türk Sosyologları ve Eserleri, Kitabevi, 2010 İstanbul
Prf. Dr.Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, 2010 İstanbul
Atatürk Döneminde kurulan ve BMMM’nde Temsil Edilen Siyasi Fırkalar ve Olaylar, makale
Yrd. Doç. Dr.Kadir KASALAK, Cumhuriyet Fikrinin Öncüleri, SDÜ fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, makale
İshak TORUN, Kapitalizmin Zorunlu Şartı Protestan Ahlak, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, makale
Arş. Gör. Dr. Gürsoy AKÇA – Doç. Dr.Himmet HÜLÜROsmanlı-Türk Düşüncesindeki Doğu-Batı İmgelerini Küreselleşme Tartışmaları Bağlamında Yeniden Düşünmek, makale
TÜRK DÜŞÜNCESİNİN 200 YILLIK BATI SERÜVENİ
TÜRK DÜŞÜNCESİNİN 200 YILLIK BATI SERÜVENİ
Türk düşüncesinin sistematik olarak oluşumu ve kavramsallaşmaya başlaması II. Mahmut ve sonrası Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839)ile başlar. Gerek o zamana kadar böyle bir düşünce sistemine Osmanlı’nın çok uluslu yapısı nedeniyle ihtiyaç duyulmaması gerek çağın getirdiği yeni ihtiyaçlar nedeniyle Türk Düşünce Sistemi kavramsallaşma sürecini 19. yy sonlarında sosyolojinin pozitif bir bilim olarak ortaya çıkmasının akabinde Türk aydınlar vesilesi ile tanışmıştır. Türk düşüncesinin kavramsallaşmasını 19.yy’ın başı sayılmasındaki amaç; bu dönem yapılan yeniliklerde Batı’nın ilham alınması ve Osmanlı’nın düşünce sisteminin artık yeni dönemde etkisinin zayıfladığı içindir.
19.yy’da askeri, eğitim ve dil alanındaki gelişmeler batıdan ilham alındığı gibi bu yenilikler toplumda bir yenilik getirmekle beraber Batı düşün sisteminin de ülkemize girmesine neden olmuştur. Adeta yeniden yapılandırılmış kurumlar kendilerinden beklenen başarıdan çok yeni düşün sisteminin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Her ne kadar şu an sosyal bilimcilerin Türk düşünce sistemi üzerine hakimiyetlerine itiraz edilmemekle birlikte, o dönemde batı modeli örnek alınarak açılmış askeri okullar ve tıp okullarının da şu an bile düşünce sistemine ciddi bir etkisi de göz ardı edilmemektedir. Belki de toplumun bu kurumlara derin bir minnet duyması yeniliklerle halk arasında bir köprü oluşlarındandır.
Türk düşünce sisteminin sosyoloji bağlamında oluşumu ise Rıza Tevfik’in Spencer’den mülhem notları (1896), Ahmet Şuayb’ın tetkikleri (1900) ve Hasan Tahsin’in Worms’dan tercümesi ile başlamıştır.(1) Daha sonraları ise Prens sebahattin’in Science Sociale tesiriyle çıardığı Terakki dergisindeki tetkikleri, Ahmet Salih’in Demolins’ten yaptığı çeviri (1913) Fuat ve Naci ‘nin (Anglo Saksonların Esbab-ı Faikiyeti Nedir? çevirisi), Rüşdü İbrahim, Mehmet Ali (Donanma Mecmuası), Apdullah Cevdet (Ruh-ul Akvamın yeniden basımı), Celal Nuri, Suphi Etem (Tekamül ve Kanunları), Rıza Nevzat (Sosyalizm-1910), Ziya Gökalp’in gazete ve dergilerdeki tetkikleri ile devam etmiş ve en nihayetinde Ziya Gökalp’in Darülfünün da “İlmi İçtima” kürsüsünü kurmasıyla temellendirilmiştir.(2) Bu isimlerin etkilendikleri akım ve kişiler ise: Rıza Tevfik- Spencer; Hasan Tahsin – Worms; Ahmet Rıza – A. Comte; Prens Sebahattin - Demolins, Descampes (Le play okulu); Aptullah Cevdet – G. Tarde ve Plante; Refik Nevzat - Marksizm; Mustafa Suphi – Bougle ve Solvay; Ziya Gökalp – Durkheim ve Fouillee’tesirnde kalmıştır(3). Bu tablodan görüleceği üzere Türk düşün sistemi batı düşünce sisteminin dilimize tercümesi ile oluşturulmaya başlamıştır ve günümüzden 30-40 yıl önceye kadar Türk aydını kendi gelenekleriyle bağını koparmış düşünce referansları batıya göre şekil almıştır(4).
Uzunca bir dönem siyasi çekişmelerin gölgesinde kalan Sosyoloji Baykan Sezer’in Doğu- Batı çatışması görüşü ile Batı düşün sistemine eleştiriler başlamış ve yoğunlaşarak devam etmiştir. Önceki dönem sosyologlarımız da Türkiyenin kendi sosyolojik düşüncesinin oluşumu için çalışmışlardır, ancak Baykan Sezer’in ileri sürdüğü görüş ile beraber düşün sisteminin yönü ve yöntemleri üzerinde ciddi değişiklikler olmuştur. Tüm düşün sistemlerinde kendi toplum ve tarih mirasına uygun düşüncenin eninde sonunda gelmesi gerçeği ile Batı düşün sisteminin referans alındığı, diğer tüm düşüncelerin geriliğe sebep olacağı görüşü yerini Batı düşün sistemine eleştirel ve çatışmacı bir bakışa bırakmaya başlamıştır. Öyle de görünüyor ki bu düşün çatışması Türk düşün sisteminin özünü yakalayacak ve hatta kendisinden etkilenilen bir düşün halini alacaktır.
Baykan Sezer Türk Sosyolojisinin ilk ve ana sorununun Batı Sosyolojisi ile ilişkilerini iyi belirleyebilmesi olduğunu belirtiyor(5). Türkiye’ de Sosyoloji, en eski kürsü olarak İstanbul Sosyoloji bölümü, dünyadaki ve türkiye’deki değişmelere karşı kendi dünya görüşünü yeniden üretmekte, kendi çıkarlarını belirtme gücü taşımaktadır. Bu açıdan büyük bir canlılık ve dinamizm içindedir. İstanbul sosyoloji bölümü dünyanın en eski ikinci sosyoloji kürsüsü olması, geleneğe bağlılığı hem Türkiye’de hem de dünyada canlılığını koruyan, duyarlı, ender bölümlerden biridir. Türk sosyolojisinin egemen çizgisini temsil etmektedir(6). Toplumsal değişimden söz etmek, diğer deyişle sorunlardan kurtulmak ve yönümüzü çizmek ancak tarihe bağlanarak mümkündür. Tarihe bağlanmasın, geleneğe sahip çıkmanın dünyada gericilik olarak görüldüğü belki de tek ülke Türkiye’dir. Tarihi materyalizm görüşüne bağlı olduğunu söyleyen Marksistlerimiz bile tarihi taşınması gereksiz bir yük olarak görmektedirler. Bunda tarihin bir döneminde resmi görüşün Osmanlının inkarı üzerine kurulmuş olması da etkili olmuştur. Ama bunun altında Batı’nın bu inkarcılığı bize öğütlemesi, kendini insanlığın üstünde, diğer milletleri ise evrimini henüz tamamlamamış olarak görmesi de yatmaktadır. Ekonomik ve siyasi krizlerle başka halkların aydınlarını yönlendirerek güya toplumun gelişimini sağlayacakken kendine sömürge toplumu yaratmaktan başka bir şey yapmamıştır. Batı merkezli hiçbir toplumsal görüşün başka bir toplumda da uygulanarak gelişiminin sağlanması o toplumun tarihiyle beraber yok sayılmasından başka işe yaramamıştır. Batı elindeki ekonomik gelişmişliği diğer toplumların düşün gelişimlerini şekillendirmekte oldukça mahirdir. Buna kendilerini haklı görebilirler ancak en azından evrensel hakların tekelinin kendi ellerinde olmaması kendi aydınları tarafından bile eleştirilmektedir. Batı sosyoloji bilimini sömürge aracı olarak kullanmaktan vazgeçmek bir yana oyuncak gibi diğer toplumlara çeşitli ikna yöntemleri ile dayatmaktadır. Batı düşüncesinin düşün gelişiminin altında her düşünün kendilerine ekonomik kazanç sağlaması yatmaktadır.
Son dönemde sosyoloji kendi düşün sistemimizi yeniden temellendirmekle birlikte bu düşün sisteminin uygulaması toplumun belli bir ekonomik ve sosyal hazırbulunuşculuğu ile mümkündür. Özellikle ekonominin belirleyici unsur olması son 20-30 yılda kuru üzüm, incir, fındık satan bir toplumdan teknoloji satan bir toplum haline dönüşmesi kendi düşüncemizden memnun olduğumuz günlerin yakın olduğunu göstermektedir. Bu batı ekonomisi için iyi olmasa bile Türkiye ve en azından komşularında ciddi bir etkiye sebep olacaktır. Toplumlar kaynağını Batı’dan aldığı sosyoloji ile belirli yetkinliğe ulaşmış kendi dünya görüşleri oluşturma yarışı içine girmişlerdir. Artık tek merkezli bir dünyadan çok merkezli bir dünyaya geçiş söz konusudur. Bu değişim aynı zamanda Sosyolojinin de gerçek bir bilim kimliğine kavuşmasının anı olacaktır. Özellikle toplumun yeni bir anayasa beklentisi artık batıdan ithal edilen toplum kurallarının ülkemizdeki iflasını açık şekilde göstermektedir.
Yararlanılan Kaynaklar ve okumalar:
1- Sosyoloji Dergisi, cilt 1, sayı 1, yıl 1942, sayfa 158
2- Sosyoloji Dergisi, cilt 1, sayı 1, yıl 1942, sayfa 159-160
3- Sosyoloji Dergisi, cilt 1, sayı 1, yıl 1942, sayfa 159
4- Türk Sosyologları ve Eserleri-1, Ertan EĞRİBEL-Ufuk ÖZCAN, kitabevi, 2010, sayfa 56
5- Türk Sosyologları ve Eserleri-1, Ertan EĞRİBEL-Ufuk ÖZCAN, kitabevi, 2010, sayfa 57
6- Türk Sosyologları ve Eserleri-1, Ertan EĞRİBEL-Ufuk ÖZCAN, kitabevi, 2010, sayfa 59
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)